|
|
| Julian Brave Marqués | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
Julian Brave Marqués 5. Sınıf Slytherin
Mesaj Sayısı : 282 Lakap : Joule, Jul.., Bry, Kayıt tarihi : 29/08/09
Rp Puanı Rp Puanı: (100/100)
| Konu: Julian Brave Marqués C.tesi Ağus. 29, 2009 5:09 am | |
| Julian Brave Marqués
Son dersin bitimini haber veren zili duyar duymaz hemen Büyük Salon’a gidip yemeğimi yemeye başladım. Ortalık kalabalıklaşmadan hemen oradan ayrıldım ve okul arazisine çıktım. Yorucu bir günün ardından kendime biraz iyilik yapmak istiyordum ve bu okulda sevdiğimiz çok az şeyden birini yapmak üzere Göl Kenarı’na doğru yürümeye başladım. Batmak üzere olan güneş ilerideki tepelerin üstünde harika bir görüntü oluşturuyordu, baktıkça tıpkı bir tabloyu izliyor gibi hissediyordum kendimi. Güneşin solgun ışıkları tepedeki çiçek tarhlarına vuruyor, sanki orada bir altın yığını varmış gibi muhteşem , parıltılı bir görünüm yaratıyordu; ben ise o anın tadını çıkarıyordum. Ama bu anı daha da eğlenceli kılmak gerekiyordu, bu yüzden ayakkabılarımı çıkardım gölün kıyısına oturup ayaklarımı gölün serin sularına bıraktım. Çok güzel bir duyguydu. Günün bütün yorgunluğu vücudumun her bölgesinden kopup ayaklarıma yoğunlaşıyor ve oradan da bir elektrik gibi suya akıyordu. Bütün vücuduma bir rahatlama hissi yayılıyordu.
Bu zevk bütün vücudumu sarmaya devam ederken kendimi geri atıp sırtüstü uzanarak gökyüzüne bakıyordum. Güneş bulutları da kana bulamış gibi görünüyordu. Bütün bunları görüp de doğaya hayran kalmamak mümkün değildi; tabiat bütün sihirlerden daha üstün bir etkiye sahipti. Tüm bunları izlerken sanki koca bir tüp Huzur Sıvısı içmiş gibi rahatlıyor, içten gelen saf bir mutluluk duyuyordum. Derin bir nefes alarak gölün o tuhaf yosunlu kokusu ile ormandan gelen ağaç ve çim kokularını içime doldurdum. Bu kokuyu hiçbir şeye değişmezdim. Yaşadığım şu an söylenebilecek en doğru söz buydu…
Artık bu keyfi ikiye katlamanın zamanı gelmişti. Hava kararmadan ortak salona dönmüş olmalıydım ve bu yüzden bir an önce yapmalıydım. Hemen ayağa kalkarak cüppemi çıkardım ve hemen ardından diğer kıyafetlerimi de çıkarıp gölün kıyısında bulunan büyük bir taşın kenarına koydum. Asamı da güzelce kıyafetlerimin üstüne yerleştirip doğruldum ve göle doğru göle doğru döndüm. Son bir kez kafamı kaldırıp o şahane resme tekrar baktım ve bakmayı sürdürerek kendimi göle attım. Suyun içine dalar dalmaz gözlerimi kapadım, benim için artık sadece karanlık ve sonsuz sessizlik vardı. İnsanın içine işleye bu sessizlik ve suyun vücuduma ufak dokunuşları beni kendimden geçirmişti adeta. Meğer ne kadar ihtiyacım varmış bu sessizliğe, o an fark etmiştim bunu. Onca haftanın gürültü ve hızla akan günlerinden sonra bu kadar derin sessizlik ve adeta duran zaman bana yaşamın zorluğunu anlatıyor gibiydi. Öğrencilerin, öğretmenlerin seslerinden uzaktaydım, çok uzakta… Kendi içime gömülmüştüm resmen. Ciğerlerimde tuttuğum nefesi hissediyordum, şu anda duyduğum tek şey kalbimin hızla atarak çıkardığı düzenli ritmin sesiydi. Gözlerimi açtım. Bu bir şeyi değiştirmemişti, pek fark olmamıştı. Güneş iyice gücünü kaybetmişti anlaşılan.
Ciğerlerimin isyan ettiğini hissedebiliyordum, bu duyguyu yok sayarak birkaç saniye daha öyle suyun altında vücudumu serbest bırakarak durdum. Gözlerim puslanmaya başlayınca ciğerlerimin daha fazla dayanamayacağını anlayıp içimde sıkıştırdığım nefesimi serbest bıraktım. Bir an sanki bir boşluğu düşme hissi bütün vücudumu sarmıştı. Gözlerimin suyun yüzeyinden uzaklaşmasından anlamıştım ki yavaş yavaş dibe doğru çekiyordu göl zayıf bedenimi. Anladığım kadarıyla içimde tuttuğum o küçücük hava kütlesi beni yukarıda asılı tutuyormuş. Biraz önce içimde tuttuğum nefese dayanamayan ciğerlerim şimdi ona muhtaç olmuş, sızlıyordu. Artık kendi vücudumu yönetemiyordum. İstemsizce yukarı doğru yüzmeye başladım. Suyun yüzüne vardığımda ciğerlerim tekrar havaya kavuşmanın heyecanıyla hızlı çalışıyor, benim de kesik kesik hızlı nefes almama neden oluyordu. Kendimi sırtüstü suya bıraktım.
Güneş artık tamamen batmış gibiydi, tepelerin ardından ufacık bir parçası görünüyordu. Ay ise çoktan yerini almış, gölün üstüne ufaktan siluetini bırakmaya başlayarak yakamozunu oluşturuyordu. Ben ise hala derin nefes alıyor, tepetaklak olan vücut düzenimi yerine oturtmaya çalışıyordum. O an göğsümde bir yanma hissetmeye başladım. İlk önce bunu o kadar nefes almaktan sandım ama sonra onu boynumda unuttuğum kolyeyi, fark ettim ve yanmaya onun sebep olduğunu anladım. Yıllardır bu kolyeyi boynumda taşıdığım halde daha önce böyle bir şey yaptığını hatırlayamıyordum. Bu beni tuhaf bir şekilde tedirgin etmiş ve heyecanla kıyıya yüzmeme neden olmuştu. Kıyıya vardığımda hemen kolyeyi boynumdan çıkardım ve incelemeye başladım. Kolyenin görünüşünde hiçbir değişiklik yoktu ama neredeyse acı verecek kadar sıcaktı. Buna neden olan şeyin ne olduğunu anlamaya çalışarak etrafıma bakındım. Lakin görünürde ne bir insan vardı ne de bir yaratık, sadece ben vardım. Yıllarca bu kolyeyi amaçsızca boynumda taşımış, ne işe yaradığını öğrenmek için hiçbir çaba sarf etmemiştim. Şimdi ise kolye kendiliğinden çalışmaya başlamıştı ya da ona benzer bir şey olmuştu. bunun bir işaret olduğunu sanmaya başlamıştım. Sonuçta bu kolye elime tuhaf bir şekilde geçmişti. Bana verilirken sadece büyük babama ait olduğu söylenmiş ve çok değerli olduğu belirtilmişti. Tekrar o geceyi hatırlıyordum; bana bunu veren adamın, yani dayımın, gözlerini tekrar görmek içimde tuhaf bir his oluşturuyordu. O gün ilk defa onunla karşılaşmış ama yüzünü bile görememiştim.
***
6 Yıl Önce Yer: Eski Whisper Malikanesi. Olay: Adrién Nathan Jr. Whisper’ ın altıncı doğum günü şerefine maskeli bir parti düzenlenir. Partinin konusu: Rönesans Dönemi
Ahh! Ne harika bir gün –benim doğum günüm-. Çevremdeki herkes heyecanlı, ben hariç.Evin bütün üyeleri evin içinde dört dönüyor, orada oraya koşturuyor; ben ise sıkkın bir şekilde malikanenin içinde geziniyordum. Annem devamlı birilerine bağırıp işlerini düzgün yapmalarını söylüyordu. “Bu kadar şeye gerek yok anne..” dediğimde ise gelen cevap içime bir tuğla gibi oturuyordu: “Whisper’lara yakışır bir davet olmalı bu, her zaman üstün olmalıyız hayatım…”. Evet, tabi ya, yine o kahrolası soy isim; asıl düşünülen o, Nate’in doğum günü ise sadece bir kapak…
Büyük bir davet için tabi ki büyük bir mekan gerekliydi. Evin giriş katı tamamen partim için ayrılmış, süslenip püsleniyordu.. mutfakta ev cinleri harıl harıl çalışıyordu. Benim yapacak bir şeyim olmadığı için davetin asıl olarak gerçekleşeceği büyük salona gittim. İnsanların ve cinlerin ortalıkta koşuşturması ve annemin bitmek bilmeyen bağırışları beni bir süre eğlendirerek oyalamıştı. Daha da oyalayabilirdi, ta ki annem beni kalın ve uzun antika sütunun üstünde oturuyor görmeseydi. Oraya nasıl çıktığımı anlamaya çalışarak sütunun etrafında dolanıyor alttan alttan gülümsüyordu. Nasıl yaptığımı bulamayınca biraz sinirlenerek beni asası yardımıyla aşağı indirip odama doğru kovaladı. Ona göre artık hazırlanma vaktim gelmişti. Rahat durmayacağımı bildiği için peşime birkaç kişiyi takıp beni hazırlamaları için emir verdi. Odaya gittiğimde asıl sürpriz yatağımın üzerinde beni bekliyordu. Davet için giyeceğim kıyafet özenle hazırlanarak yatağımın üstüne konuşmuştu ama benim onları giyip giymeyeceğim meçhuldü. Onları giymemek için elimden gelen çabayı sarf edecektim, bin sekiz yüzlerden kalma o palyaço kıyafetlerini kimse bana zorla giydiremezdi.
En son Julian Brave Marqués tarafından C.tesi Ağus. 29, 2009 5:10 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi | |
| | | Julian Brave Marqués 5. Sınıf Slytherin
Mesaj Sayısı : 282 Lakap : Joule, Jul.., Bry, Kayıt tarihi : 29/08/09
Rp Puanı Rp Puanı: (100/100)
| Konu: Geri: Julian Brave Marqués C.tesi Ağus. 29, 2009 5:09 am | |
| Sonunda parti başlamış, bende bu iğrenç kıyafetlerin içinde bir şapşal kuş gibi altın tepsi üstünde büyücülere takdim edilmiştim. Eğer maske olmasaydı,yüzümde oluşan o tiksinti ve mutsuz ifade yüzünden annemden kesin azar işitirdim. Pasta töreni son bulduktan sonra kuytu bir köşeye çekilsem de insanlar beni bulmayı başarıyorlardı. Kim olduğunu anlamadığım bir sürü kişi yanıma gelip bana hediyeler veriyor, kutluyor elimi sıkıyordu. Ben ise hediyeleri açmadan bir kenara fırlatıyor, her altı yaşındaki çocuğun yapmak isteyeceği şeyleri-koşmak, oynamak, problem çıkarmak- yapmak için fırsat kolluyordum. En sonunda beklediğim fırsat ayağıma gelmişti, hatta sabahtan beri orada gözümün önünde duruyordu. İleride biraz önce üstündeki mumları üflediğim pasta servis yapılmak üzere konulmuş hoş bir şekilde duruyordu. Yavaş yavaş oraya doğru yaklaştım. Amacım pastayı yerle bir edip ortalığı ayağa kaldırmaktı. Başarılı olacağımda kesindi, tabiki arkadan biri bana seslenmeseydi. Tam pastaya yanaşmış, altında duran koca tabağını kavramıştım ki, “Nathan!” diye bir ses duyarak irkildim. Kendi kendime bela okuyarak arkamı dönüp beni suçüstü yakalayan kişiye baktım. Gördüğüm kişi babam değildi, bu içimi rahatlatmıştı. Yüzünün yarısı maskeyle kapalı olan bu adamın sadece gözleri ve ağzını görebiliyordum, başka hiçbir yeri görünmüyordu. Adam kayık bir gülümsemeyle bana yaklaştı; “Merhaba, umarım düşündüğüm şeyi yapmaya çalışmıyorsundur.” deyip başıyla pastayı işaret etti. “Yok, hayır yani ne düşündüğünüzü bilmiyorum efendim.” dedim hafif tedirgin bir şekilde. Adam “Hadi canım,” der gibi bir bakışla beni izliyordu ama konuşmaya başladığında başka şeyler söylüyordu; “Seninle biraz dolaşalım mı bahçede, ne dersin?” dedi çeldirici bir ses tonuyla. Adamın tavırları ona fazlasıyla güven duymama neden oluyordu. Hiç düşünmeden “Pekiyi” dedim. Gülümseyerek bana baktı ve uzun parmaklı elini bana uzattı. Elini tutarak onun peşine takıldım. Bahçeye çıkınca nereye gideceğini gayet iyi bilerek beni arkadaki çardağa götürdü ve masaya oturttu. Yaşımın verdiği saflıkla hiçbir şey sormuyor, onun yaptıklarını izliyordum. Beni masaya oturttuktan sonra kendine bir sandalye çekip tam karşıma oturdu. En sonunda soru sormayı akıl ederek; “Affedersiniz efendim ama tam olarak kimsiniz?” dedim. Sesimin kibar çıkmasına dikkat ediyor, yüzüme masum bir ifade oturtmaya çalışıyordum ama bir an sonra buna gerek olmadığını zaten yüzümde bir maske olduğunu hatırladım. Adam beni büyük bir dikkatle izliyor, aynı zamanda da beni rahatlatmak istercesine gülümsüyordu. “Gözlerin kadar yüzünün diğer yarısı da bana benziyor mu Nathan?” dedi içten bir gülümsemeyle. Ama bu bir cevap değildi. O yüzden susup cevap vermesi için ona biraz daha süre tanımaya karar vererek gözlerinin içine sert bir şekilde bakmayı sürdürdüm. Karşımdaki adam ise benim bu tavrımı görmezden gelmekte ısrar ederek sadece beni izliyordu. Bu suskunluktan sıkılmış olacaktı ki konuşmaya başlayarak “Benim kim olduğumu gerçekten merak ediyorsundur…” dedi sakin bir sesle. “Neden lafı bu kadar uzatıyor ki?” diye kafamdan geçiriyordum. Aynı sakin ses tonuyla devam etti; “Oliver Hector Whisper ismi senin için bir şeyler ifade ediyor mu Nate?” diye sordu bana. Bu isim tabiki bana bir şeyler ifade ediyordu. Kendisi annemin hem nefret ettiği hem de çok sevdiği biricik erkek kardeşinin ismiydi. Bu soruya biraz sinirlenerek “Bunu neden soruyorsunuz?” diye ters bir soru yönelttim. Adam hiç beklemeden direk “Çünkü ben O’yum” dedi ve susup beni izledi. Ben ise birden duyduğum bu kelimelerin yarattığı şok etkisiyle öylece ona bakakaldım. Adam usulca elini kaldırıp yüzündeki maskeyi çıkardı. Zayıf ama yakışıklı bir yüzü vardı, beni şaşırtan ise benim yüzüme ne kadar benzediği olmuştu. Bende tıpkı onun gibi usulca elimi kaldırıp yüzümdeki maskeyi çıkardım. Sanki maskeyi çıkarmamla bende bir şeyler tamamlanmış gibi olmuştu . Usulca “dayı..” dedim ve öylece bana çok benzeyen yüzünü inceledim. Oliver gülümseyerek bana bakıyordu. “Evet…” dedi tıpkı benim gibi kısık bir sesle devam etti. “Bugünü ve seni tanıma fırsatını kaçıramazdım Nate. Bundan sakın kimseye bahsetme, özellikle annene. Fazla duramayacağım zaten. Hemen hediyemi verip gideceğim” dedi hızlı ve telaşlı bir sesle. Ben üzerimdeki şoku hala atamamıştım. Oliver elini cüppesinin içine sokup cebinden koyu yeşil bir mücevher kutusu çıkardı. “Bu senin.” dedi, gülümseyerek devam etti. “Bu, adını taşıdığın büyükbaban Nathan’ dan sana bir hediye. Açmayacak mısın?” diye sordu merakla beni inceleyerek. Bende içinde ne olduğunu merak ediyordum, bu yüzden hemen kutuyu açıp kolyeyi zincirinden tutarak kaldırdım. Kolyeyi görünce biraz hayal kırıklığına uğramıştım; uzun altın bir zincirin ucunda kocaman yüzüğe benzer büyükçe bir halka ve halkanın ortasına yerleştirilmiş küre şeklinde beyaz ve üstünde lekeler bulunan bir taş vardı. Pek erkeksi görünmüyordu. Benim yüzümde oluşan ifadeyi okuyan Oliver; “Bu çok özel bir mücevher Nathan, dünyada bir eşi daha yok. Sadece sende… O yüzden....” deyip kolyeyi elimden alıp başımdan geçirerek boynuma astı. “bunu boynundan hiç çıkarmamalı ve onu çok iyi korumalısın, hiçbir şekilde bu kolyeden annen ve babanın haberi olmayacak.” dedi emir verir gibi bir sesle. Korkmaya başlayarak “İyi ama neden, bu taşı bu kadar değerli yapan ne?” diye sordum. Hiç beklemeden sözüme devam ederek “çok büyük bir tılsıma mı sahip?” dedim büyük bir sır verirmiş gibi. Kafamda oluşan birçok soruyu bir anda arka arkaya sıralamıştım. Benim sert ama meraklı bakışlarıma karşın o gülümseyerek bana bakıyordu. En sonunda lafa girerek; “Tahmin edemeyeceğin kadar büyük bir tılsıma sahip. Günü geldiğinde o tılsımın ne olduğunu bulacağına eminim, zeki bir çocuksun. Tıpkı benim gibi.” dedi ve elini başımın üstüne koyarak saçlarımı karıştırdı. Bunun pek hoşuma gittiği söylenemezdi ama yine de sevinmiştim, en azından özenle taranmış saçlarım eski haline dönmüştü. Gülerek bana bakıp “Ben artık gitsem iyi olur, sende partinin tadını çıkarmaya bak” deyip göz kırptı ve yerinden kalktı. Birkaç saniye bana öylece bakarak dikildi, daha sonra yanıma yaklaşarak beni alnımdan öptü ve maskesini taktı. Bana bakarak “yine karşılaşacağız seninle Nate. Bu kadarla kalmayacak, tekrar görüşünceye dek hem taşa hem kendine iyi bak.” dedi. Son söylediklerinin üstüne basarak. “İyi ki doğdun Nate” deyip gülümsedi ve arkasına dönüp benden hızla uzaklaşmaya başladı. Ben ise neye uğradığımı şaşırmış put gibi masanın üstünde kalakalmıştım. Uzaktan annemin geldiğini görerek hemen toparlandım ve taşı alelacele elbisemin içine attım. Annem yanıma gelerek telaşla beni kucağına alıp sarıldı. Telaşlı ve sert bir sesle “Burada ne yapıyordun sen? Bütün herkes seni arıyor. Bir kez olsun uslu duramaz mısın?” dedi. Ben ise sadece omuz silkmekle yetindim. Annem beni kucağına alıp o çok hoşlandığım partiye geri götürdü. Artık partiyi önemsemiyor, kafamda bu tılsımı nasıl bulabileceğimi düşünerek oradan uzaklaştım…
***
Kolyeyi incelerken gerilerden gelen bir çıtırtı sesi beni anılarımdan uzaklaştırmış ve irkilmeme neden olmuştu. Hemen taşın dibindeki kıyafetlerimi alıp üstüme geçirmeye başladım. Havanın karardığı şu saatlerde okul binası dışında çıplak bir şekilde bir profesör yakalanmak istemediğimden kıyafetlerini hemen giyinip taşı tekrar boynuma takarak daha sonra incelemek üzere onu rahat bıraktım. Yerde duran cüppemle asamı da alıp ait olduğum yere, Slytherin Ortak Salonu’na, gitmek için hemen yola koyuldum… | |
| | | Oliver H. Whisper Müdür | Tılsım-Muska Profesörü
Mesaj Sayısı : 328 Lakap : Oll, Hec, Who Kayıt tarihi : 28/08/09
Rp Puanı Rp Puanı: (100/100)
| Konu: Geri: Julian Brave Marqués C.tesi Ağus. 29, 2009 5:13 am | |
| Uzunluk: 20/20 Betimleme: 35/35 Renk uyumu: 15/15 İmla: 15/15 Yazım kuralları: 15/15 Kusursuz bir rp. Tebrikler. Toplam: 100 | |
| | | | Julian Brave Marqués | |
|
Similar topics | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |
|