Uzun süre attığı çığlıklara karşılık bulamayınca yorgun düşmüş olsa gerek, ayakları kırılmak üzere olan eski bir kanepenin üzerinde uyuya kalmıştı. Uyuyor izlemini veren yüzünün altında, şehir merkezinden uzak çok eskilerden kalma tarihi köşkten kurtulmayı kurtarılmayı bekleyen bir ifade saklıydı. Uzandığı kanepede korkunç kâbuslar görmüş gibi sıçradı. Ağlamaktan şişmiş olan göz altı torbalarından buz mavisi gözleri belli olmuyordu. Umutsuzca; kangren olmasına ramak kalmış ellerine bağlı, kalın ipleri çözmeye çalışıyordu. Gözlerini elindeki ipi kesebilecek bir şey ararcasına eski salonda gezdirdi. Burası daha çok yemek salonuna benziyordu. Yemek salonu olduğu eski masanın üzerinde birkaç damla kan ile kirlenmiş masa örtüsü, beş gümüş tabağın üzerinde yılların vermiş olduğu lekeler ve paslanmaya yüz tutmuş çatal, bıçak... Ellerini birbirine bağlayan kalın ipi kesmekte işi yarayabileceğini düşündü. Uzandığı kanepeden kalmak istedi. Ne var ki ayaklarında bağlı olduğunu hissedemedi. Kendini yerde bulunca, ayağa kalkamayacağını anlayınca sürünmekten başka bir çare olmadığını düşündü. Süründükçe elbisesinin açılan eteğini kapatma çabasını göstermek istedi fakat ellerine bağlı olan bu ipler izin vermiyordu. Belinin üzerine kadar açılan eteği indiremediğinden uzun pürüzsüz bacaklarında derin çizikler belirmeye başladı. Her zaman dümdüz görünen göbeğinin üzerinde çizikler oluştu. Canının yandığı, bacaklarından ve belinde çizikler olduğunu bilse de hiç durmadan devam etti.
Masanın yanına varmış olması her şeyin bittiğini göstermiyordu. Sırada masanın üzerindeki bıçağı almak vardı. Ayağa kalkamayacağını bildiğinden masasının ayaklarına kadar uzanan beyaz masa örtüsünün aşağıya doğru çekerek almayı düşündü. Bu durumda kendisini de riske atmış olacaktı. Bıçaklardan birisi ona saplanabilirdi. Masa örtüsünün sıkı tuttu ve sert tahtanın bedenini zedelenmesini aldırmadan yuvarlandı. Zarar görmeyen gümüş tabakların ardından düşen porselen tabakların parçaları etrafa saçıldı. Kendisini bu parçalardan korumak için birbirine bağlı olan eleriyle yüzünü kavradı. Camdan kadehler teker teker kırıldı. Bu gürültüye dayanamayan köşk titredi. Yere düşen bıçağı almak için tahtanın üzerinde bin bir parçaya ayrılmış olan cam kırıklarına aldırmadan süründü. Bedenine saplanan cam kırıkları canını yaksa da, kurtulması için paslanmış bıçaklardan birsini alması gerekiyordu. Zar zor eline aldığı bıçakla ipi nasıl keseceğini düşündü. Bir eliyle ipi kesemeyeceğini anlayınca bıçağı ters çevirdi. Bıçaktan ayrılmak üzere olan tahta sapı ağzıyla kavrayarak ipi kesmeye çalıştı. Körelmiş bıçağı ipe sürttükçe toz çıkıyordu. Bıçak ne kadar körse, ipte kalın görünmesine rağmen zayıftı. Ellerini birbirine yapıştıran ip, uzun uğraşlar sonunda koptu. Morarmış bileklerini ovuşturmaya çalışıyordu. Onları kesilmek kurtarmış olmasının sevinci, vücudundaki çiziklerin, sıyrıkların sızlamalarıyla buruşan yüzü, beynine bir tokat gibi çarpan henüz hamile olduğu bebeğine zarar gelme olasılığının yüksek olması hüznüyle gözleri doldu. Ayaklarındaki ipi hızla çözdükten sonra ayağa kalktı.
Elbisesine ve bedenine saplanan cam kırıntılarını hızlı bir hamleyle temizledi. Yeni yeni düşünmeye, kafasını toplaya başlamıştı sanki. Aklından geçen sorular kafasını iyice karıştırmış gibiydi. Kim getirmiş bu eski köşke Néuvenia'ı? Neden getirmişti, kim ne istiyordu ondan? Aklının bir köşesinde yerleştirdiği bu sorunların cevaplarını almak veya bu köşkten kurtulmak üzere başka bir odaya kapının demir kollarını kendine çekerek açtı. Gördüğü manzara karşısında çıldırmamak için kendini zor tuttu. Sevdiği adam Micheal tarafından öldürülmüştü. Kimdi bu Michela? Tarihe gömülmüş eski aşıklardan birsi miydi? Néuuvenia'yı elinden aldığı için Andrew'den intikam almaya gelen birsiydi. İntikamını çoktan alan gözü dönmüş acımazsız biri... Andrew’ı yerde görünce yanına doğru koştu. Göz yaşları minyatür bir şelale oluşturdu sanki. Dinmek bilmeyen gözyaşlarıyla Andrew'in cansız bedenine sarıldı. Sanki derin bir uykuya dalmış, kısa bir süre sonra uyanacakmış gibi geliyordu Néuvenia'ya. Arkasında kahkahalar atan Micheal’a baktı. "Ne istedin ondan Micheal ? "sesinde bu cevabı bekleyen öfkeyle hüznün ortaya çıkaran bu tiz ses köşkte yankılandı. Sanki her yere ses sistemi yerleştirilmişti. Heryerden sesler yükseliyordu. "Asıl o benden ne istedi? Seni elimden aldı. O adam hayatımı çaldı. Sen benimdin Néuvenia benim kalmalıydın!"dedi. Unutulmuş tarihlerden kalan konuşlara benziyordu. Kafasının Andrew'in solgun yüzüne çevirdi. Gözlerini onun yüzünden ayırmak istemese de onun siyah kot pantolonun cebini kapatan gömleğinin altından görünen asayı sessizce eline aldı. Hiç düşünmeden Micheal dönerek " Sen beni değil ölmeyi hak ediyorsun Micheal! Avada Kedavra ! " Soğukkanlılığını korumayı iyi biliyordu, fakat gözyaşlarına Andrew'in cansız soğuk bedeninden alamıyordu.Hıçkırıklarları tüm köşkü sardı. Sevdiği asamın cesede ve ondan olan karnındaki bebek zarar gördü veya öylece ölmüştü. Bunu tanrıdan başka kimse bilmezdi. Andrew gibi tahtalarından üzerine uzandı. Andrew'in cansız bedenine sarıldı. Onu ölü yerine değil de, hayattaymış gibi onunla konuşuyordu. Ne yazık ki çıldırmıştı Néuvenia. Elini karnındaki bebeğe koyarak Andrew'in kulağına fısıldadı " Sevgilim, bebeğimizin sesini duyabiliyor musun? "dedi. Dakikalarca, saatlerce yanından kalkmadı, kalkmayacaktı da. Aradan geçen birkaç saate Néuvenia'da sessizliğe aşkın verdiği acıyla daha fazla dayanamayıp sonsuza kadar gözlerini kapattı. Ölmemişti, fakat bir ölüden de farkı yoktu…